![]() |
![]() |
Bugünkü Yeni Şafak |
![]()
|
![]() |
![]() |
|
![]() |
![]()
FADİME ÖZKAN
Siz yazı hayatınızın başından bu yana 'an'ın peşine düştünüz ve anı anlattınız. Bugünün dünyasına hakim olan temel faktör ise hız. Dolayısıyla 'ân' artık neredeyse 'yok zaman' gibi algılanabiliyor. Hızın hızı da giderek artıyor; her şey çok hızlı değişiyor, herkes hızlı yer değiştiriyor, her bilgi ve düşünce hızla yayılıyor ve yerini çok hızlı bir şekilde bir başkasına, bir başka şeye bırakıyor. Dünya daha hızlı dönmüyor ama hızlı dönüyormuş gibi algılanıyor. Bu hızda 'ân'ı anlatmak hâlâ mümkün mü? Nasıl anlatılabilir? Biz, aslında bu gün de ânı anlatma çabasındayız. Ân, dar anlıyla, senin de dediğin gibi, bir yok zamandır. Ânın, gerçeklikte tekabül ettiği bir karşılığı mevcut değildir. Çünkü ân, zamanın, geriye götürülemez olan ve gerçeklikte bulunmayan son dilimidir. O, ancak, bir matematik terimi olarak kavranabilir. Ve mekâna nispetle nokta ne ise, zamana nispetle ân da odur diyebiliriz. Bu böyle olmakla birlikte, öykü yazarken bizim yüz yüze kaldığımız bir başka gerçeklik çıktı karşımıza. Biz, bir insanın yaşadığı bir ânı ifade etmeye çalışırken şu durumla karşılaştık: insanın yaşadığı o bir anlık yaşantı parçası, tarihsel olarak onun geçmişinden kopuk olarak tezahür etmiyor; bilakis, o ân, kendi geçmişini -kendi tarihini- kendi bağrında taşıyor. Diyelim ki, insanın yüzünde belirmiş olan bir anlık tebessümü resmetmek istiyoruz, o tebessüm, fotoğrafta olduğu gibi, geçmişinden yalıtılmış olarak orada durmuyor. O tebessüm, o kişinin o âna değin yaşadığı bütün bir geçmişini kapsıyor. Biz, geriye dönüşlerle, ileriye geçişlerle -ki buna bir bakıma kişinin bilinç altı diye de bakabiliriz- kişinin o anda yüzünde belirmiş olan tebessümün anlamına ulaşmaya çalışırız. Bundan koskocaman bir öykü çıkartılabilir. Hem de tükenmezcesine.. ben, kişinin yaşadığı anları anlata anlata bitiremedim.. üstelik elli yıldır bu işin üstündeyim.. Ân'ı anlatmak neden bu kadar önemli? Anlattıklarım ânın önemini kendiliğinden ortaya çıkartıyor sanıyorum. Ben, olaya ayrıca estetik açıdan bakıyorum. Ân, o olmayan, o yok olan zaman parçası, aynı zamanda edebiyatta bir tasarrufu, yani hesaplı olma anlamını, durumunu sonuçluyor. Yazarı, bir bakıma icaza hükümlü kılıyor. Ânı anlatma çabası, sizi, sonuçta, gerçekliği bütün veçheleriyle göstermeye zorluyor; hem de, boş lafa meydan bırakmadan.. ben, yazdığım birkaç köy konulu öyküde de bunu denemek istedim ve orada da, köy romancıları diye anılan yazarlardan çok daha farklı sonuçlara ulaştım. Ben, onaltı, onyedi yaşlarımda böyle bir öyküleme tarzını denemeye çıktığımda, ne bilinç akımı denilen edebî tarzdan haberliydim, ne Faulkner'ın adını duymuştum, ne Joyce'u, ne Woolf'u ve benzerlerini biliyordum.. öyleyken, bilinç akımı tarzına yakın metinlere ulaşmıştım. Ân, bu yönleriyle hem biçimsel olarak, hem içerik bakımından yeni anlatım imkânlarına yol açıyor. En azından, benim için bunun böyle olduğunu söyleyebilirim. Hız, edebiyatı nasıl değiştirecek? Roman, hikâye, şiir, deneme... hızın etkisiyle nasıl bir evrim geçirecek? Hıza uyum sağlayıp formunu koruyarak yaşamaya devam mı edecek yoksa yerini yeni, bir başka 'tür'e mi bırakacak? Hız, aslında sınaî devrimle insanın gündelik hayatını etkilemeye başlamıştır. Sinemanın -projeksiyon makinesinin- icadı da, bu dönemin ürünüdür. Ancak, sinemanın bir sanat olarak uygulama alanına girişi, edebiyatın sinema tekniğini uygulamasından sonradır. Şaşırtıcı görünüyor değil mi? Sinemanın anlatım tekniğini edebiyatta ilk uygulayan John Dos Passos'tur. Onun Manhattan Transfer adlı romanında uyguladığı anlatım tekniğini, sinemacılar beyaz perdeye aktarmışlardır. Sanıyorum, hızın ilkin edebiyatta, sonra sinemada, modern çağa uygun biçimde uygulanışının başlangıcı menşeini bu romanda buluyor. Bu anlatım tekniği, deyim yerindeyse bir mozaik anlatımdır. Mesela sinemada, uzaktan, ışıkları yanan bir bina gösterilse, kameramız bu binanın pencerelerinden birine doğru yaklaşsa, teknik deyimiyle pencerelerden birini zoomlasa, sonra da bize, bir kapalı mekân gösterilse, biz bu kapalı mekânı zoomlanan pencerenin odası olarak düşünürüz. İşte bu anlatım tekniği, modern zamanın getirdiği hız yaşantısıyla doğrudan ilintilidir. Şimdi bilgisayarla hız daha da hız kazanmıştır. Hız, artan bir ivmeyle yükselmektedir. Bunun neler getireceğini şimdiden kestirebilmek imkansızdır. Ancak insanoğlunun hiç aklında hayalinde olmayan şeyler yaşayacağını söyleyebiliriz. Nitekim bu gün bizim yaşadıklarımız, elli yıl öncesinde bile hayal edilemiyordu. Yüz yıl önceki nesle bizim bu gün ulaştığımız gerçeklikler anlatılsa, deli saçması gözüyle bakılırdı. Ben, sanal ortamın kendine özgü bir edebiyat ortaya çıkartacağına kaniim. Şu anda bunun belirtileri bile görünmüyor, ama çıkacak böyle bir edebiyat. Bunu da bazılarının düşündüğü gibi hayıflanacak, kınanacak, esef edilecek bir olgu olarak görmüyorum. Her nesil, kendi şartını yaşıyor ve kendi şartının edebiyatını, bilimini, ahlâkını vaz ediyor. Edebi eserlerin üretimi, basımı, dağılımı ve okunması da bahsettiğimiz hıza dahil. İleriki bir vakitte (bu hızla gidersek çok da ileri bir tarih olmasa gerek) edebiyatın hızı gibi, hızın edebiyatından da bahsetmek mümkün olacak mı? Biz, fütürist değiliz. Gelecekte ne olacağına ilişkin tahminler bizim işimiz değil. Ancak, elimizdeki verileri kullanarak geleceğe ilişkin şeyler söyleyebiliriz. Bu çerçevede, gelecekte bir edebiyat olacaksa ve bu edebiyat Internet üzerinden yürütülecekse, Internet'in kendine özgü özellikleri ve kendine özgü hızı, bu sanal ortama uygun bir sanal edebiyat ortaya koyacaktır, diyebiliriz. Onun nasıl bir edebiyat olacağını şimdiden kestirmemiz söz konusu değil. Ancak, bunun, şimdiye kadar bildiğimiz geçmiş bütün edebiyatlardan farklı olacağını söylememiz mümkündür. Nasıl ki, aslında her yeni teknolojinin getirdiği edebiyat, kendinden önceki edebiyattan farklı olduysa, bu da öyle olacak ve bu fark iyice farklı olacak! Bol çağrışımlı, kelimelerin şimdiye kadar kazanmış olduğu anlam içeriklerinin iyice farklılaştığı bir edebiyat.. artık o romana, bizim şimdiki anlayışımıza göre roman denilebilecek mi, o öykü bizim şimdiki anlayışımızla öykü diye nitelediğimiz türe yakın duracak mı.. öyle olmayacağını düşünüyorum. Yani bilgisayarda kullanılan klavye, daktilo klavyesinin aynısı, ama işlevi ne kadar da farklı, yani gördüğü iş.. yani ortada edebiyat diye bir şey olacak, ama o edebiyat şimdiki edebiyat olacak mı, o başka.. Yazılı edebiyat, şifahi edebiyattan beslenen bir kültürde yerine henüz oturmuşken, şimdi edebiyatın içine görsellik de girdi. Edebiyat eserlerinde sinematografik anlatımlarla daha sık karşılaşır olduk. Görüntü giderek sözün yerine geçip, galebe mi çalacak? Bu sorunuz bana fazla açık görünmedi. Ama anlayabildiğim kadarıyla açıklamaya çalışayım. Bir kere yazılı edebiyat ile sözlü edebiyat, dil itibariyle birbirinden farklıdır. Sözlü edebiyatın şiiri, dil yönünden ezberlemeye uygun bir üslûpla söylenirdi. O şiir, masa başında oturulup yazılmış şiir değildir. Ta Homeros zamanından bu yana böyle.. daha teknik bir kelimeyle o şairlere ozan dersek, ozanlar ellerindeki sazları eşliğinde şiirlerini söylerlerdi. Ve onların söylediği şiir, bir kez söylenmekle dinleyenin belleğinde kalırdı. Ve nesilden nesile aktarılan şiirler de belleklerde kaldığı biçimiyle aktarılır ve öyle söylenirdi. Buna rağmen, ilginçtir, bu şiirler asıllarına sadık olmaya devam ederdi. Oysa, bizim edebiyatımızda divan şiiri, artık halk şiiri değildir; entelektüel şiiridir: masa başında yazılır. Bu şiirin özelliği, yazıya dayanarak ibda edilmesinde görülür. Yani yazı olmasa, bu şiir de olmazdı. Bu şiir, Batı edebiyatında da böyledir: yazıya dayanır. Bu şiirdeki imajlar ancak yazı ile var olur. Başka bir söyleyişler, bu şiirde akıl devrededir. Ancak bu iddiamızı, bu şiir coşkudan kopmuştur ve artık yürekten değil, fakat guddelerden doğmaktadır anlamına çekmemenizi dilerim. İşbu yazıya dayalı şiir (ve daha genelde tüm edebiyat), matbaanın yaygınlık kazanmasıyla iki yönlü bir hız kazanmıştır: bir kere, şiir yazanlar çoğalmıştır; ikinci olarak da, yazılan şiirler, giderek güncel olanla daha yakın bir ilişki içinde görünmeye başlamıştır. Bir Rimbaud'yu, bir Baudelaire'i düşünün. Bizim Tanzimat dönemi şairlerimizi hatırlayın. Oralardan günümüze doğru gelin. Bütün bu şiirler güncel olanla bir biçimde bağlantı kurmuştur. Ancak bu şu anlama gelmiyor: bu şiir veya bu edebiyat, kendini güncel olanın boyunduruğuna kaptırmıştır.. hayır, bunu söylemek istemiyorum. Bir Necip Fazıl'ın şiiri nasıl ki, heceyi kentli hale getirmiştir; bir İkinci Yeni nasıl ki, belli bir anlamda bir protesto şiiri olarak tecelli etmiştir, işte bu anlamda, modern şiir (ki mazisini 17. yy.a kadar götürebiliriz) güncel olanla bağlantılı olmuştur.. söylediğini, çarpıcı imajlarla, belli tablolar halinde, kesik kesik ve deyim yerindeyse bir mozaikin unsurları halinde resmetmeye başlamıştır. Burada, yeniden, az önce Dos Passos'un romanından bahsederken söylediğimiz, onun kullandığı anlatım tekniğine geldik. Bu anlatım tekniği, kendiliğinden sinematografiktir. Fakat sanmıyorum ki, bu teknik böyle diye, görüntü giderek sözün yerine geçecektir. Geçer mi, geçmez mi, bilemem, ama geçerse, artık edebiyat geçerliğini yitirmiş olur. Ortaya yeni bir sanat türü çıkmış olur. Onun nasıl bir sanat olacağını şimdiden kestiremeyiz ve üzerine bir şey bilmediğimiz böyle mevhum bir sanatı, zannımıza dayanarak şimdiden mahkum etmeye kalkışamayız, yanlış olur. Ancak edebiyat, bir söz, kelime sanatı ise ve öyle kalacaksa, onun öleceğine ilişkin bir kehanetin de isabetli olacağı kanısını taşımıyorum. Dolaşımın bu kadar hızlı olduğu bir ortamda hayatın, eşyanın, edebiyatın künhüne varabilmek için ne yapmak gerek? Çok kitap okuma çabasından vazgeçip bir kitabı çok okumak çözüm olabilir mi? Böyle genellemelerin fazla isabetli olacağını düşünmüyorum. Burada, her şeye rağmen kişisel tercihler ön alacaktır. Ben kendim, fazla ve çeşitli kitaplar okuma yanlısı olduğumu söyleyebilirim. İz yayınlarının bir sloganı var: bütün kitaplar bir kitabı okumak içindir, der. Evet, bizi, o kitabı okumaya yönlendiren ve o kitabı iyi anlamamızı sağlayan her okuyuş benim için muteberdir. İster bir kitabı çok oku, ister çok sayıda kitap oku... Bilginin, haberin, görüntünün... en hızlı ve en yaygın biçimde dağılmasını sağlayan, günümüzün temel iletişim aracı televizyon. Ve bu gücüne rağmen televizyon yayınlarıyla ilgili eleştirilerin ardı arkası kesilmiyor. İnsan olmak, insanı insan yapan değerler, erdemler ve edebiyat adına televizyonun 'gücünden' faydalanmak için ne yapılmalı sizce? Siz bu amaçla herhangi bir çalışma yapmayı düşünür müsünüz? Edebiyat niçin televizyonun gücünden yararlanmaya çalışsın ki! Edebiyat, ancak kendisi kalarak gücünü koruyabilir. Edebiyatın dili, esas itibariyle başka bir sanatın diline dönüştürülemez. Bir şiirin kelime olarak meydana getirdiği imajı siz başka hangi sanatın imkânından yararlanarak ortaya koyabilirsiniz? Başka bir sanatın diliyle meydana getirilmiş bir imajı da edebiyata özgü dille (yani kelimeyle) ifade edemezsiniz. Orijinalinden ilham alarak yeniden ürettiğiniz bu yeni imaj, aslında, işbu yeni sanatın özgün imajı olarak meydana getirilmiş olur. Bu itibarla, her sanat, kendi alanında anlamlıdır ve o alanda ağırlığı vardır. Ben, görsel sanatlara, hele de sinemaya gençliğimde çok düşkündüm. Fakat sinemanın dünyası benim mizacıma uygun düşmüyordu. O, ekip çalışmasını gerektiriyor. Bense bireysel çalışmayı seviyorum. O dünyanın etik değerleri de bize uygun değildi. Ama teorik olarak konuşursak, ben televizyon veya sinema işine, daha baştan gireydim, sanırım eli yüzü düzgün ürünler ortaya çıkartabilirdim. Artık vaktinizin dilerseniz tümünü edebiyata, yazıya ayırma imkanınız var. Yapmayı planladığınız işleri, yazmak üzere içinizde taşıdığınız hikâyeleri bizimle paylaşır mısınız?
Özgürlük günlerime eriştiğimi ima ediyorsun. Ancak ben, hukuken değilse de, fiilen zaten hep özgür yaşadım. Yazı hayatımda, hiçbir zaman, hiçbir merciden izin alma ihtiyacını hissetmedim. Benim kısıtlamalarım dışardan değil, şimdiye dek hep kendi içimden geldi. Bu yönüyle hayatımda bir değişiklik olduğunu söyleyemem. Zamansa, her zaman dar.. Ben, elli yıllık yazı hayatımda hâlâ istediğim metni ortaya çıkartabildiğimi söyleyemiyorum. Ama umudumu kesmiş değilim. İçimde, zihnimde, sürekli yeni öyküler oluşuyor. Bunları kâğıda dökmeye fırsat bulamıyorum. Her seferinde karşıma yeni engeller çıkıyor. Bunu lütfen şizofrenik veya paranoyak bir olgu diye algılama. Dediğim engeller zihnimde değil, gündelik hayatımda çıkıyor karşıma.. her neyse.. çoktandır yazmaya çalıştığım, ancak bir türlü üstesinden gelemediğim bir öykü var elimde.. uzunca bir metin, yirmi sayfa kadarı yazıldı.. adı "sevgili".. aslında "pencere"ydi, ama cemal şakar'ın öykü kitabı bu adla çıktığı için ben yeni bir ad bulmak zorunda kaldım.. onu bitirmek istiyorum. Ayrıca kısa öykü tasarılarım var. Bu öykülerden bir bölüğü son birkaç yıl içinde Hışırtı, Ansızın Yola Çıkmak, Toz adını taşıyan kitaplarda toplandı. Ancak o öyküler bitmedi. O kitaplarda yer almayan veya yer alması gerekip de henüz yazılmamış olan başka öyküler var. Duanızın bereketiyle, inşallah onları çıkartmaya fırsatımız olur.
![]() |
![]()
|
![]() |
![]()
![]() |
![]() |
![]() |