![]() |
![]() |
Bugünkü Yeni Şafak |
![]()
|
![]() |
![]() |
|
![]() |
![]() Cevabını hiç zorlanmadan vereceğinizi sandığım bir soru size: “Yazar aslında ne yazar?” Kendi cevabımı vereyim: “Yazar aslında kendisini yazar.” Yazdığımız ister bir mektup, ister öykü, roman veya köşeyazısı olsun, aslında hepimiz kendimizi yazıyoruz... Bugün Türk medyasında yaşanan en derin sorun da bu temel gerçekten kaynaklanıyor işte. Dünyası geniş, etrafı kalabalık, okuma takviyeli yazarlar takımının yerini dar alanda kısa paslaşan bir grup almaya, eski yazarlar da ortalıktan el ayak çekip başkalarının yazdıklarına ilgi yitirmeye başlayınca, medya, sığ bir gündemin esiri oluverdi. Bu yaz çarpıklığın daha göze batar hale gelmesini televizyondan transfer edilen yazarlara borçluyuz. Bodrum, Marmaris ve Çeşme gibi yöreleri dolaşıp izlenimlerini okurlarıyla paylaştıklarında, bazıları, “Bu kadar da olmaz” tepkisi verdi. Kimi ise okur takmayan cinsten. Çok satan bir gazeteyi yöneten bir yazar, “Şarapla ilgili yazım tepki çekti” diye başladığı yazısına ‘havyarlı’ başlık atmayı ihmal etmedi... Ne yapsın, yazar aslında kendisini yazıyor işte; kendisinin ve çevresindekilerin hayatını... Medyacı kendi günlük hayatını anlatmayacaksa, köşeyi doldurmayı nasıl başaracak? Son zamanlarda bu soruya verilen cevabı da hatırlatayım: Medyacı, anlatacak bir şey bulamadığında, hafif çekişme halinde bulunduğu başka medyacıyı tiye alarak günü kurtarıyor... Bulunan çarelerden bir başkası da, lâfı hafif eğip bükerek belden aşağı nâhiyemizle ilgili konulara girmek... Yıllardır yabancı basını yakından izliyorum, herkes tarafından okunan gazete ve dergilerde, son zamanlarda bizde yaygınlaştırılan lâf gevşekliğinin kıyısına varan bir ifade tarzıyla karşılaştığımı hatırlamıyorum. Galiba Amerikan filmlerinde sıkça karşımıza çıkan o ‘ayıp’ sözcük bizde yanlış bir izlenim uyandırıyor; oysa pek çok toplum ana mecra sayılan yayınlarda nice sözcüğü hâlâ ‘yasaklı’ kabul ediyor... Kullanana ne yapıyorlar, ağzına biber mi sürüyorlar bilemem, ama gazete dilinde belirli bir etik eşiğini aşmaya izin vermediklerini biliyorum... Bu yılın dikkat çekici kitaplarından biri, yazarı felsefe profesörü Harry G. Frankfurt olan küçücük bir eserdi. Çok okundu kitap, hakkında sayısız yazı çıktı. Sözünü eden gazeteler ve yazarlarını, isminden dolayı ciddi bir sorunla başbaşa bıraktı Prof. Frankfurt’un kitabı... İsim ‘saçma’ anlamına geliyor aslında ve yazar da kitap boyunca başka bir anlamı akla düşürmeyecek biçimde kullanıyor o sözcüğü... Fakat, İngilizce yazı dilinde ‘ayıp’ karşılanan bir sözcük olduğu için, kitaptan söz eden yazarlar ve onların yazısını yayımlayan gazeteler bayağı zorluk çektiler... New York Times’ın (NYT), kitaptan bahsederken, sözcüğün yarısını verip ‘ayıp’ bilinen ikinci yarısını asteriks (*) ile örttüğünü iyi hatırlıyorum. Şöyle: “Bull*”... Bizde olsa adlı adınca yazılacağını bildiğim o sözcüğü NYT hiç kullanmış mı, merak ettim, arama motoruyla tarayınca karşıma şu sonuç cümlesi çıktı: “1996’dan buyana hiçbir yazı ve haberde bu sözcüğe rastlanmamıştır.” Bizde, hem de herkesin evine giren gazete ve dergilerde, en bayağı ifadeler en argo sözcüklerle yer alabiliyor. Poşetlik sözcükler ve grafik anlatımlardan söz ediyorum... Bu tür konular üzerinde kafa yoran tek kişinin ben olduğumu sanmayınız. Epey bir süre bankacılık alanından uzak durduktan sonra Şeytan’a uymuş ve bu yüzden adı ‘hortumcu’ya çıkmış ünlü bir gazete patronu da şu sıralarda kendini hesaba çekiyor. İnsanın eline ikinci bir şans vermiyor hukuk sistemleri; belli ki, “Hayatını yeniden yaşa” deseler, hiç tereddütsüz ‘Dolçe Vita’ dönemini silebilecek o patron... Pazar günü Leyla Tavşanoğlu’na eski günleri şöyle anlatmış: “O tarihlerde Türkiye çok garip olaylar zinciri içinden geçti. Bir kere iki grup arasında kıran kırana büyük bir rekabet vardı. O rekabet çok sertleşti. Birbirini karalama, küçük düşürmeye dönüştü. O arada da yeni gazeteci tipleri ortaya çıktı.” Tavşanoğlu, “Tetikçi gazeteciler mi?” diye araya girince onaylıyor gazete patronu: “Evet, tetikçi gazeteciler.. Ya da patron adına saldırı yapan gazeteciler, diyebiliriz. Sonuçta da basın kendi işlevinden uzaklaştı. Yine o tarihte bir seçim yapıldı. Bir kısmı, aynen siyasi parti gibi, Tansu Çiller, bir kısmı da Mesut Yılmaz yanlısı oldu. İki başbakan adayından daha çok, iki basın grubu birbiriyle kavga eder oldu. Onunla birlikte de yeni genel yayın müdürü, yazar türleri ortaya çıktı. Ben bunları sanki hiç sorumluluğum yokmuş gibi anlatıyorum. Elbette gazete patronlarının bu işte büyük sorumlulukları vardır. Büyük teknoloji, tiraj kavgaları, basının büyük sermaye, büyüme ihtiyacı.. Bozulma demeyeyim de, büyük bir değişime götürdü.” Bir ara soru da şu: “Peki, bu değişim sizce olumlu mu, olumsuz mu oldu?” Cevabı: “Tabii ki olumsuz oldu. Mesleğinden uzaklaşan, ama kıdemli arkadaşlarına göre çok daha fazla para kazanan yeni gazeteci tipleri çıktı. Bu canavarı yoğuran ve ortaya çıkaranlardan birisi olarak benim de bu işte sorumluluğum var.” Bugünün ünlü patronları şimdiki tercihleriyle ilgili olarak ileride benzer pişmanlıklar duyacaklar, hiç kuşkunuz olmasın... Vardığım sonuç şu: Bu medya bu toplumu taşıyamıyor; bu toplum da bu medyaya tahammülde zorlanıyor...
|
![]() |
![]() |
![]() |
![]() |
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Sağlık | Arşiv Bilişim | Dizi | Çocuk |
© ALL RIGHTS RESERVED |